Usulca bindik otobüse, her zaman ki gibi yine tıklım tıklımdı. Kendime uygun bir yer bulduktan ve herkes yerine yerleştikten sonra yolculuk başladı. Ellerim hediye paketleriyle doluydu. Bir tanede çantama sıkıştırmıştım, onu özel birine vermeyi düşünüyordum. Uzunca yoldan sonra nihayetinde gideceğimiz yere ulaşmıştık. Kimsenin yaşadığına dair bir belirti olmayan bu yerde insana kasvet veren iki bina dışında bir şey yoktu. Bahçede çim ve birkaç kamelya vardı, kalan kısım betondan başka bir şey değildi. Çimlerin arasından yarılmış taş yolu izleyerek iki binadan birincisine girdik. Hastane odalarını ve daha çok hapishaneyi andıran beyaz ve soğuk duvarlar karşıladı bizi. Hawaii tarzı bir lobi, yukarı doğru merdiven yerine yürüyüş yolu, üst üste yığılmış taşlar üzerinden sular akıyor, kenarda üç beş yapay Hindistan cevizi ağacı… Şaşkınlık içerisinde yukarı doğru çıkmaya başladık, kenarlarda yine yapay çiçekler, ‘Hey ya Rabbi burada hiç canlı bir şey yok mu? Her şey suni!’ diyerek devam ettim yürümeye. Sonunda 1. kata ulaşmıştık. Koridorda üç tane kanepe üzerinde teyzeler oturuyor, duvara monte edilmiş sandalyeler yine üzerinde konuşmaya bile mecali olmayan teyzeler oturuyor. Sanki yıllardır kimseyi görmemiş gibi buruk bir tebessüm ve gözlerinde her an akmaya hazır yaşlarla bize bakıyorlar. Birer tane hediye takdim ettik saygıyla, kabul ettiler mahcup bir edayla. O kadar mutlu olduklar ki işte o zaman içimde tarifi imkânsız bir haz duydum. Hepsinin hallerini sorduk, öyle iç burkan hayat hikâyeleri vardı ki dinlerken bütün bedenim titriyordu. Kiminin evladı terk etmiş ve bir daha asla uğramamış, kiminin evladı canına kıymış gözlerinin önünde, kimi küsmüş hayata, kimi lanet okuyor evladına, kimi konuşmuyor, kimi gülmüyor, kimi hasta, kimi de buluşma gününü bekliyor… Hele bir teyze vardı ki insan kıyamaz, pamuk gibi elleri, mis gibi sabun kokuyordu, ninelerin alışılmış kokusu. O kadar sevimli ki ellerini ellerimin arasına alıp sordum halini baktı yüzüme usulca yüreğime bir şey saplandı o anda, sonra arkadaşım geldi yanımıza. ‘Anneniz bizim komşumuz olur ben senin çocukluğunu bilirim elimde büyüdünüz siz’ dedi. Öylece kalakaldım yaklaşık 75–80 yaşlarındaydı nur yüzlü ninem, kendimi bilmesem inanırdım söylediklerine çünkü o kadar içten, tatlı ve samimi anlatıyordu ki ama ben memleketimden çok uzaktaydım ve ninemde benden uzakta… Devam etti ‘bugün annemle dayım gelmiş beni sormuşlar bulamamış, ağlamış gitmişler’ dedi. O zaman anladık ki ninemiz rahatsız. ‘Zaten beni dövüyorlar burada kollarım, bacaklarım her yerim morardı’ dedi. Nine ‘kim yapıyor’ dedik ‘buradakiler’ dedi ‘niye dedik’ ‘kafam ağrıyor bende dayanamayınca vuruyorlar’ dedi. Dehşetle dinliyordum anlattıklarını, kim kıyar bu yaşta ki insanlara? Ağlamaya başladı o ağlayınca tutamadık kendimizi ve hüznünü hüznümüze ortak ettik gözyaşları eşliğinde... Artık bünyem daha fazla darbeyi kaldıramıyordu. Başka teyzelerin ve amcaların hal-hatırlarını sorduktan sonra ziyaretimizi tamamlayıp dışarı çıktık. Bahçede bir bankta bacakları olmayan bir amca oturuyordu bizi görünce başını çevirdi, ‘amca nasılsın?’ dedik ‘nasıl olayım’ diye çıkıştı bize. ‘Allah iyilik versin’ deyince dönüp dedi ki ‘kızım insan ölünce küçük kıyameti kopmuştur, bizi buraya atan evlatlarımız sayesinde biz öldük Allah onların cezasını versin!’ Amca etme beddua dedik ama nafile…
Benim için onlarla hemhal olduğu için huzurluydu peki ya onlar? Adına huzur evi dedikleri bu yerin içinde asla huzurlu ve mutlu değildiler. Yetkili müessese huzursuzluğa huzursuzluk eklemek için hiçbir masraftan kaçınmayıp tüm binayı sahtelikle donatmıştı, tek gerçek olan şey içinde barındırdıklarıydı… Rabbimize şükrederek ayrıldık huzur (!) evinden. 'Bir genç bir yaşlıya yaşlılığından dolayı hürmet ederse muhakkak Allah da (c.c) yaşlılığında ona hürmet edecek birini hazırlar.' Ya Rabbi bizlere bu hadisinin mucibince yaşamayı nasip et bizleri hayırsız evlatlardan eyleme ve bizleri bu durumlara düşürme. Âmin