27 Aralık 2011

Sensizliğin Rengi


Hüzün işliyor mısralara, ayrılık üç’ü beş geçiyor, şairler satır aralarına gizliyor sevdalarını, hasretin son nakaratını besteliyor sanatçılar, puzzle’nin son parçasını da koyuyor oyuncakçı ve ‘-işte şimdi tamam oldu’ diyor, ب (be) harfinin noktasını koyduktan sonra nefes alıp kalemini kaldırıyor hattat, derdinin son merhalesine gelen neyzen döküyor içini dostuna, usta son tuğlayı da koyuyor ördüğü duvara, kırılan camı onarıyor camcı, gün iniyor, güneş batıyor ve her şey nihai buluyor.


Gecenin perdesi iniyor gözlerime ve Sen aklıma geliyorsun Efendim. Aksak bir lisan ile tebessüm ediyor çehrem. Kalbim titrek bir seda ile doluyor. Asırlar öncesine uzanıyor ellerim, gözlerimde ki yaş her daim akmaya hazır. Adını anıp susuyorum sessizce. Adın anılınca Mekke’yi büyük bir hasret kucaklıyor, Kâbe’nin boynu bükük, Medine evladını yitirmiş bir anne gibi gözleri yollarda Seni bekliyor, Mescid-i Nebevi yetim, putlar yüzüstü yere kapanıyor, avuçlara toplanan taşları yere saçıyor müşrikler, tale’al bedru nidaları sarıyor sokakları, ezanlar çağlıyor gök kubbede, bülbüller raks ediyor semalarda, güller Senin gibi kokuyor, cehaletin sarmaladığı kâfirler;’Ya leyteni kuntu tûraba’ diye inleyerek elleri yüzlerinde gidiyorlar arkalarına bile bakmadan, toprağa gömülen kız çocuklarının âhları sarıyor arşı ve Sen geliyorsun Efendim; âlem sûkut ediyor. Yeniden şekilleniyor kâinat, her şey yeni bir boyut ve anlam kazanıyor…


Efendim; ilkin siyah bir dünyaya açmıştık gözlerimizi sonra Sen geldin ve beraberinde bütün renkleri de getirdin. İşte o zaman başladı hayat yolculuğumuz. Eğer Sen olmasaydın siyah dünyada siyah bir nokta kadar önemsiz olacaktık. Biz Sana bir renk veremedik çünkü sen bütün renklerle girdin hayatımıza.
Efendim bilir misin? Senden sonra yazılan naatler, mektuplar, kasideler, mersiyeler hep noksan kaldı. Anlamını bulamamış yitik cümleler sardı belleğimizi, ne yazsak ne söylesek Senin değerini biçemedi en keskin kalemler. Kelimeler kıskıvrak yakaladı dolanan ellerimizi, sustuk sustuk sustuk. Lâl olan dilimizin bağını çözmeye, renk verdiğin hayatımızın en sessiz yerinde Seni bekliyoruz Efendim. Gelişinle yeni bir renge boyansın Sensizlikteki renklerimiz...

25 Aralık 2011

Fe Eyne Tezhebûn


Ucunu tutamadan ellerimden kaçırdığım, eksik bir zaman var avuçlarımda. Kum tanesi gibi dağılan ümitlerim, dökülüyor yüreğimden usulca. Bahar kokan yağmurlar vuruyor tüm nazeninliğiyle parmak uçlarıma. Gözlerim, yitik bir sefer dönüşü ağlayan sütannem gibi. Durmuyor nefesim, susmuyor dibe vuran çaresizliğimin soğuk sesi. Nasipten yoksun bir gülüş kaplıyor çehremi. Susmaktan ne kadar uzak küçük sessizliğim. Büyük bir boşluk var beynimde, değirmen misali dönüyor akıl çarkım. Öğüttüğüm amellerim un gibi saçılıyor toprağa. Seni çağırmaya ne kadar yakın, Sana yakın olmaya ne kadar uzağım. Dilimin ucuna kördüğüm olan sensizlik lokması, öyle yutulmuyor kolayca! Biz, bıraktığın yerden çok uzaktayız, biz bıraktığın yerde duramadık…

Ucuz bir yaşam kuruldu tezgâhımıza. Önümüze ne koyulursa yedik umursamazca. Kâh küçüldük, kâh küçültüldük dev gibi gözlerin zehirli aralığında. Bir bakış yetti canımıza. Bazılarımızın girdi hain suretler kanına. Bitmiş bir hayatı sonundan başına kadar getirip, adına adalet dediler. Bilirsin ya Efendim, insanın olduğu yerde her şey var. Edep sınırları t/aşıldı. Başımızı öne eğmenin adı eziklik oldu, edep değil!

Efendim, bak gör halimizi. Herkes konuşuyor ama anlatılanlar inmiyor boğazdan aşağıya! Menfaatlerimiz için virgüller kadar eğildik, sahi biz kendimizde miydik? Kul hakkı, ekmek arası gibi yenilir oldu kolayca. Komşumuzdan haberimiz yok ki Efendim, aç mı tok mu bilelim?! Bizim örtümüz Sana inanmayanların diline pelesenk oldu. Onlara kaldı sanki bunu tartışmak. Alıp gözlerine sokmak istiyorum ilahi ayetleri, - Al kör adam, al da şuna bir bak!

Nisyanımız ne kadar bol, hiç hatırımızda kalan yok. Biz her şeyi unuttuk vefasızca. O kadar çok unuttuk ki, hiç unutulmayacağız sandık! Yamalı bir bohça gibi amellerimiz, toplamaya çalıştıkça saçılıyor etrafa. Belkıs’ın tahtına kurulmuş olan nefsimiz, ifrit’in oyunlarıyla cirit atıyor dünya’da! Hepimiz bir kalıba yerleştik. Hayatımız marka oldu. Vitrin camlarını süsleyen birer pırlanta gibiyiz, parlak ama sahte göz alan fakat can yakan! İftarı bekleyen oruçlar gibi, aç gözlerimiz. Ateşten gül derleyen İbrahim Peygamber uzak bir siluettir, Yusuf Peygamber uzaktır bize. İbret almak da neyimize?!

‘Müslüman’ın vatanı inancının yaşadığı yerdir’* ya hani Efendim, inancımızı yaşatacak vatan mı yok? İnancımızı yaşatmaya müsaade mi yok, yoksa inancımızı  yaşatmaya gücümüz mü yok?! Dedim ya Efendim, biz bıraktığın yerden çok uzaktayız…

Gidiyoruz Efendim, yolu yeri belli olmayan yerlere. Gidiyoruz, peki ama Fe Eyne Tezhebun?..




*Mustafa Sabri Efendi

18 Aralık 2011

Suskun Şehrin Zeytin Ağaçları

Kavruk bir rüzgar okşuyor ipekten saçlarını, her yer darma duman. Öksüz bir haykırışla nida ediyorsun zamanın kancasına takılmış olanlara, ama ses yok. Hatırlasın değil mi zeytin ağaçlarını? Dua vakitlerine nasıl da iştirak ederlerdi. Hüzne gömülen yüreklere su serpen bir edayla teselli ederlerdi biçareliği. Kuyudan su çekmeye benzeyen sabır kazındı nasır tutmuş gönlümüze. Mescit mahzun, ibadetlerden mahrum. Boy gösterme yarışında olan Moşe’nin sureti nakşolunmuş taştan duvara. Duvar çatlayıp bölündü. Hayrı öldüren kabus korku dolu rüyalara konuk oldu. Meryem’in gözü yaşlı, Meryem suskun, Meryem Rabbine tutkun, vurgun. İtina ile ilmek ilmek işliyor dualarını arşın sütunlarına. Baş köşede kabul görüyor en nadide dualar. Zikir, fikir uzak Moşe ve yandaşlarına. Hakkın tokadını bekliyor küflenmiş yürekleri.

Zeytin ağaçlarını hatırlarsın değil mi? Hanne’nin gözyaşlarına sünger çeken. İmran’ın yüreğindeki kuytulara inşirah yağmurlarını damıtan. Sukut eden bir şehrin kuytu ışıklarını siyaha boyayan bir koro, şarkı söylüyor Mescit’in avlusunda. Kulakları pasla sıvayan bir ses, adalet sandıklarını insan (!) haklarının tebeşirle çizilen yüzüne çarpıyor. Saraylardaki soytarıları aratmayan sefiller kemiriyor Mescit’in duvarlarını. Zekeriya Peygamber’in doludur gözleri ve inler buruk sözleri, laftan anlamayan acizler sırıtır karşısında! Her boş safta bir kuru safsata.Yalanlıyorlar görmek istemedikleri alametleri.

Zeytin ağaçlarını hatırlarsın değil mi? Zeytin gözlü çocukları büyük bir sabrın en yüksek basamağında tutan, buruşmuş bir tarihin en kanlı sayfasını üfleyerek kurutan, yaraları en hünerli elleriyle acıtmadan sarıp sarmalayan. Mescit’e tumturaklı sözler saplanıyor. Acıtıyor canını, müdahale mücadele sarayının temelini sarsıyor usulca. Devriliyor en akıllı cümleler. Anlatılmayan duygular geliyor dilin ucuna, düğümlenip kalıyor. Suskunluk dökülüyor kanayan avuçlara. Mescit ezansız, Mescit salâsız, Mescit secdesiz, Mescit duasız, Mescit sessiz sedasız kaldı. Onu bu halde bıraktılar vicdanlarını yitirmiş güneşin önünü örseleyen bedenler. Hain bir saldırıyla işgal ettiler ilk kıblemizi. Yetim bıraktılar.

Zeytin ağaçlarını hatırlarsın değil mi? Onlar artık yoklar, tıpkı umutlarımızı çaldıkları gibi onları da söküp götürdü bedbaht suretler. Cümlelerimiz, sözlerimiz aciz ve yitik kaldı. Söyle ey Filistin; hırçın rüzgarlarla savrulan saçlarını toplamak kime nasip olur?

14 Aralık 2011

Gecenin Hüznü

Geceydi, hüzünlüydük… Aldım karşıma yaşamı, konuştuk. Yağmur sonrası açan güneşten, dertten, dermanı verenden, isyandan, nisyandan, usulsüzlükten, kargaşadan, karmaşadan, hain planlardan, kör, sağır, dilsizlerden bahsettik… Konuşacak ne çok şey vardı ve hepsini konuşmaya yetecek kadar da zaman… Görüşmeyeli uzun zaman oldu ey yaşam, en son karşılaşmamızı anımsıyor musun? Hani güneşin doğuşunu Uhud dağının eteğinden izlemiştik. Savaşın izleri tüm keskin hatlarıyla sarmıştı yeri, göğü. Şehadet ve tekbir sesleri hala yankılanırken, hüznümüzü ekmeğimize katık edip öyle dinlemiştik gözyaşlarımız yanaklarımızda konuşlanırken… Yine bir hüzne daha yenik düşüyor gönlüm, yaşamı kucaklarken ne kadar büyüdüğünü görüyorum. Ağladığım anlaşılmasın diye yağmur geliyor yanıma ve kelebek dokunuşlarıyla siliyor gözlerimi…

Ey yaşam;

Yağmur damlaları ne kadar yıkasa da çehremi yıkayamıyor yürekteki dertleri…

Ey yaşam;

Biliyor musun? Acımasız insanlar sarıldı ümitlerimize ve acımasız soluklar dayandı ensemize, hayal kuramaz olduk! Yolsuzlarla kesişen yollarımıza katran döktü kana bulanan eller! Hayatı emen keneler kan kusar oldu yollarımıza, handikaplar arasında kaldık Yusuf’a esir olmuş Züleyha gibi!

Ey yaşam;

Evet, ağlıyorum amansızca… Bak yine bizimle birlikte ağlamayanlar bizimle birlikte gülmek için yarışır oldu. Şuh kahkahaları beynimizi bir matkap gibi delmekten geri durmadı. Elimizi tutan herkes çöktü vicdanımızın en derinine, soluğumuz kesildi!

Ey yaşam;

Görüşmeyeli çok şey değişmiş değil mi? Sen gittikten sonra minareyi çalmak isteyenler kılıflarıyla birlikte geldiler. Duyuramadık sesimizi, anlatamadık dilsiz duygularımızı kimselere. Anladık anladık diye bizi atlatanlar yamandı nefsimize. Heyhat! Perde oldu hain suretler hayallerimize!

Ey yaşam;

Çağın eğreti lisanı karşısında hep haykırdık zalime karşı zulmü. Lakin işitilmedik. Ama bilseydik yarınların avaz avaz susmak olacağını daha evvel bağırırdık asrın zorbalarına!

Ey yaşam;

Dertlerden dem vurduk gecenin koynunda, yarenlik etti ay ışığı feri gitmiş gözlerimize. Ağla, korkma nede olsa gece ve biz hüzünlüyüz…

Ey yaşam;

Biriktirdiğim yıldızları savuruyorum göklere, kıştan kalma kartopunu sımsıkı tutuyorum avuçlarımda, ayaklarımı sürükleyerek ilerliyorum dolambaçlı yollarda, gönlüm nereye gittiğini bilmeden düşüyor zamanın en karanlık zeminine!

Ey yaşam;

Güneş ha doğu ha doğacak, nesin tufanı ha kabardı ha kabaracak bak bu kez hurma ağaçlarına sırtımızı vererek izliyoruz gündoğumunu. Ne dersin bir sonraki buluşmamız Kâbe’nin dibinde olur mu? Belki birde oradan bakarız gökyüzüne, yüreğimizden uçururuz ebabilleri ebrehe’nin korku dolu rüyalarına!

Ey yaşam;


Zamanın ağı ördü gözlerimizi, çağın kalbi mühürlü, hakikat çizgisi t/aşıldı! Karabasanlar böldü uykularımızı, kese kâğıdı geçirilmiş hayaletler dolaşır oldu sokaklarımızda! Vahşet sürmanşet yayında!


Ey yaşam;


Ne yapmalıyız, nereye gitmeliyiz? Bilirim ben konuşunca susup dinlersin usul usul… Yüzüne bakınca alıyorum söylemek istediğin cevabı. Sabret diyorsun, az kaldı. Bitti denecek kadar az… Haklısın ey yaşam susup bekliyorum sabrın acı çayını ağır ağır yudumlarken!


Ey yaşam;

Vakit ayrılık, akreple yelkovan son kez kucaklaştı, güneş göğün kâğıt kaplı yüreğini yırtarak aydınlattı tebessüm karışmış çehremizi. Haydi, gel sarılalım özlemle. Veda etmiyorum sana çünkü yakında yine görüşeceğiz…


Ey yaşam;


O halde, biz susalım konuşsun gözyaşlarımız anlatsın tüm anlatamadıklarımızı dilimize inat…