24 Ekim 2010

Modern Külkedisi Masalı

 
Bir varmış bir yokmuş 21. y.y da Sindirella adında küçük bir kız yaşarmış. Annesi - babası tarafından çok sevilermiş ve ailenin tek çocuğuymuş. Sindirella ailesiyle mutlu mesut yaşarken annesi Ahiret bir gün aniden rahatsızlanmış, hastaneye götürmüşler fakat doktor sağlık durumunun çok da iyi olmadığını ve gitgide kötüleşeceğini bu yüzdende her şeye hazırlıklı olmaları gerektiğini söylemiş. Bu duruma çok üzülen Sindirella gece gündüz ağlamakta ve Allah’a dua etmekteymiş. Derken aradan çok geçmeden annesi terk-i hayat eylemiş. Annesinin ölümüyle sarsılan Sindirella yemeden içmeden kesilmiş. Babası İrade, kızına ne kadar belli etmese de o da çok üzülmüş ve ağlamış. Aradan uzunca yıllar geçmiş Sindirella büyümüş genç kız olmuş. Bir gün babası Sindirella’ya artık evlenmeyi düşündüğünü söylemiş. Sindirella; -‘ Babacığım ben sana bakarım’ dediyse de babası dinlememiş.

Ve nihayetinde Dünya adında bir bayanla evlenmiş. Sindirella evde prenses gibi büyürken Dünya’nın iki kızı Hırs ve Kibir Sindirella’nın tahtını yerle bir etmişler. Sindirella babasına her defasında onları istemediğini söylese de babası; ‘-Onlar çok iyi insanlar onlarla yaşamayı öğrenmelisin diye kızına çıkışıyormuş. Sindirella babam çok değişti diye düşünüyormuş. Üvey annesi Sindirellayı odasından etmiş ve; ‘-Git nerede yatarsan yat, ama burada bundan sonra benim kızlarım yatacak’ demiş. Çaresiz kalan Sindirella artık rahat yatağında uyumak yerine mutfakta seccadesi üzerine kıvrılıp uyuyormuş.

Kibir ve Hırs sürekli Sindirella’ya kötü davranıyorlar ve özellikle namaz vakitlerinde yapması için iş veriyorlarmış. Babasından da yardım gelmeyeceğini anlayan Sindirella mecburen denilen işleri yapıyormuş. Üvey annesi; ‘-Bundan sonra senin adın Külkedisi olacak’ demiş. ‘-Sindirellalık sana mı kalmış, hizmetçi parçası,’ diye de eklemiş. Bu duruma çok üzülen Sindirella çaresizce Külkediliğini kabul etmiş. Babası artık gerçekleri yavaş yavaş görmeye başlamış fakat, biricik hanımı Dünya ile arası açılır diye de Külkedisine arka çıkamıyormuş.

Bir gün Külkedisi marketten eve dönerken billboardlar da ki Kur’an Ziyafeti adlı programın afişini görmüş ve gitmeyi çok istemiş. Eve dönünce üvey annesine ve kardeşlerine afişini gördüğü programdan bahsetmiş ama üvey annesi o gün arkadaşlarıyla günü olduğunu ve Külkedisinin evde çok işi olduğu için doğal olarak gidemeyeceğini söylemiş. Külkedisi bu duruma çok üzülmüş ve birde babasına söylemeye karar vermiş. Babası; ‘-Dünya ne derse o olur. Gidemezsin kızım’ demiş. Külkedisi yapacak bir şey olmadığı için evde mecburen temizlik işleriyle uğraşmış. Program günü gelip çatmış. Dünya güne gitmeden önce Külkedisine bir sürü iş bırakıp öyle gitmiş. İşlerinin bitmeyeceğini anlayan Külkedisi ütü yapmaya devam ediyorken kapı çalmış, gelen komşuları İyilik ve Hoşgörüymüş. İyilik bugün ki programa neden gitmediğini sormuş. Külkedisi de kısaca sebebini anlatmış. Hoşgörü ‘-Bizde fazladan bilet var sende bizimle birlikte gelmek ister misin?’ diye sormuş. Külkedisi evde kalması gerektiğini ve işleri yetiştirmesi gerektiğini hem de babasının izni olmadığını söylemiş. Ama Hoşgörü ve İyilik ‘-Bizimle gittiğini bilirse sana kızmaz’ diye Külkedisini gitmeye ikna etmişler. Hoşgörü hadi sen git hazırlan bizde kalan işleri yapalım demiş. Külkedisi heyecanla gidip eşarbını yapmış ve pardesüsünü giyinip ben hazırım demiş. Çok mutluymuş Külkedisi, çünkü istediği olmuş. Yalnız iyilik evden çıkarken eklemiş; ’- Saat 22:00’dan önce evde olmalısın çünkü genç bir kızın o saatte dışarıda olması hiç doğru olmaz.’ ‘-Tamam’ demiş Külkedisi ve programa gitmişler. İzlemişler, dinlemişler, ağlamışlar ve saat 22’ye gelirken Külkedisi üvey anne ve kardeşleri eve gelmeden yetişeyim diye hızla koşarken tesbihini düşürüvermiş. Eve gittiğinde daha kimsenin gelmediğini görünce çok sevinmiş, kalan işlerini de bitirip hemen uyumuş.

Sabah kalktığında belediye’den dün akşam ki programda birinin tesbihini düşürdüğü ilanı veriliyormuş. Duyunca çok korkmuş Külkedisi, ama hiç kimseye belli etmemiş. Aradan birkaç gün geçmiş ve programı düzenleyenler bu tesbih’in sahibini arıyormuş. Kapı çalmış Külkedisi kapıyı açınca yaşlı bir tane amca ‘-bu tesbih sizin mi?’ demiş. Külkedisi daha bir şey diyemeden üvey annesi ‘-Bizim’ demiş. Külkedisi, onlar namaz bile kılmıyorken bu tesbih nasıl onların olabilir diye düşünmüş. Ve gerçek çok geçmeden açığa çıkmış ve bu tesbihin sahibinin Külkedisi olduğu anlaşılmış. Tesbihi bulan bu adam bu kız bu genç yaşta namaz kılıp Allah’ı zikrediyorsa çok hayırlı bir evlattır demiş ve Külkedisini oğlu Mutluluğa istemiş. Üvey anne olmaz diye inim inim inlemiş. Artık canına tak eden İrade Dünya’ya bir tane tokat atmış ve o anda Ahiret’in kıymetini anlamış (çok geç olmuş tabii) Külkedisi Mutlulukla evlenip mutlu olmuş veee gökten bir kasa elma düşmüş onu da orada bulunan herkes yemiş =)

15 Ekim 2010

Bir İstanbul Şarkısı


Saat 05.15; elimde Hz.Bilal’in hayatı, Bilal Kâbe’nin üzerinde müthiş bir sorumluluk içerisinde ezan okuyor gözleri gökyüzünde ve aklında bin telaş… Sanki o mübarek sesi işitir gibiyim, titriyor bütün bedenim ve o anda koca şehri sarsan güçlü bir ezan sesiyle giriyorum İstanbul’a. İçimde birkaç parça hüzün, büyük bir parça mutluluk ve bir miktar da keder taşıyorum. Ne zaman gelsem bu diyâra hep kendimi bir nokta kadar küçük hissederim, İstanbul sanki yutar beni çırpınmaya çalıştıkça o anaforun içinde kaybolur giderim.

İstanbul; bir yanı mütevazı, bir yanı kibirli, bir yanı hüzünlü, suskun, âşık ve gözü yaşlı şehir. Kaç kişi aklını senin için yitirdi yahut yitip gitti? Kaç âşık saplanıp kaldı senin gizemli saçlarına? Kaç sevdalı heba etti ömrünü ahu gözlerinin esrarına? Kaç asker sahip olmak istedi topraklarına? O günler geride kalmadı hala sana meftun, hala sana mecnun ve kilitli olanlar var. İstanbul deyince bir daha İstanbul diyenlerin… Bende âşıkların aşkını anlamak için salıverdim ruhumu, salınıyor sokaklarında…

Yükseliyor Sultan Ahmet’ten ezan sesi, buna inat gürleşiyor kilisede ki ayin sesleri, sahaflar çarşısından bir mırıltı işitiliyor, bir balık oltaya takılıp ayrılıyor ab-ı hayattan, Fatih de bir huzur çarpıntısı, Eyüp de ki bir kasetçiden ‘’ Vazgeçtim dünyadan kaldırmam artık aşınsa da alnım secde yerinde…’’ mısraları yükseliyor, bağırıyor Üsküdar’ın dar sokaklarında bir simitçi, pamuk şeker yiyen bir çocuğun mutluluğu sarıyor gökleri, boğazda yudumlanan dost çayı keyifle dolduruyor boşalan bardağı ve bağırıyor biri ’’ Doldur çaycı ilaç kokulu çaydan, dakika düşelim senelik paydan…’’ bir kayaya çarpan hoyrat dalgalar sivriltiyor değdiği yeri, banka oturmuş denizi seyre dalan bir âşık İstanbul’u dinliyor gözleri kapalı, deli gibi bağırıyor yeni yetmeler ‘’ İstanbul, kendini kaybedersen gel de burada bul…’’ trafiğe takılan biri sinirlenip başlıyor içindekileri haykırmaya, kumpir kadar karışık hayat yaşıyor başka biri, martıların gölgesi düşüyor hüzünlü çehrelere, Fatih’in Allah-u Ekber nidaları hala yankılanıyor Haliçte, ‘’üstad ne fetih kaldı ne Fatih’’ diyor yaşlı bir amca, camiye koşuyor birileri, Rumeli titriyor hasretin eşiğinde, Topkapı inliyor Kur’an sesiyle Kur’an okuyor bir hafız ve ekliyor duasına’’ Ya Rabbi satırlardan kurtarıp sadırlara nakşetmeyi nasip eyle ilahi ayetlerini…’’ yanık bir ney feryadı vuruyor Küçük Ayasofya’nın duvarına, kubbesinde hala tekbirler yankılanıyor Ayasofya’nın, kuşatıyor dört halife dört ayrı koldan gök kubbeyi, Beylerbeyi Sarayında hala hapis Sultan AbdulHamit’in hisleri, ‘’ Abla mendil alır mısın? ’’ diye soruyor küçük kız gözündeki bir tutam umutla post modern bir bayana, kaşıkçı elması kadar parlak güneş aydınlatıyor sahilde pinekleyenleri, kendi kendine konuşuyor biri Ortaköy’ün koynunda ’’ Sevdalımsın İstanbul mahşere kadar…’’ İstanbul huzur veren şehir, huzur almaya çalıştığım şehir… Gökdelenlerin ve modern yaşamın ağlarına takılı kalmış bir kurban olsa da gözünüzün alabildiği her yer lale-menekşe baharın çaldığı ıslık kulaklarınızda, gözünüz denizde, huzur kalbinizde, eliniz kâr da çünkü gönlünüz yâr da…