Her şey hüsn-ü zan ile başladı. Sonra iyi niyetle başlayan
eylemlerin suyu bulandı. Bulanan sadece sular değildi. Dünya’nın birçok
yerinden kan damlamaya başladı. Bir anda her yer kan gölüne döndü. Taş üstünde
taş, omuz üstünde baş kalmadı. Eli, dili, fikri ve zikri aksak , hastalıklı-kötürüm
olan liderler kendilerince kanserli hücreyi kesip atma derdine düştü. Halimiz
mi? Gayet net. Duyarsızız. Hem de oldukça.
Herkes cennete götürecek amelle uğraşmak yerine bile bile
kendi ateşine odun taşımakta. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın derdinde. Oysaki
kardeşlerimizin içinde yandığı ateşin közleri, bir sabah bizim kapımızın önüne
dökülmeden aklımız başıma gelmeli. Susmak zalimlerin safında yer almak elbet,
lakin biz susulması gerekmeyen yerlerde susuyoruz. Yada sadece bağırıyoruz avaz
avaz. Mesele sadece zulüm yüzünü
gösterdiğinde yumruğunu havaya kaldırmak değil, asıl mesele o yumruğu her zaman
havada tutabilmekte. Çoğu zaman kendimize bile layık görmediğimiz şeylerin
(güya) infakını yaparak nefsimizi rahatlatma derine düşüyoruz. Zalimin zulmü
var bunu biliyoruz, ama bizim dualarımız da kuru ve yavan. Kendince herkes
haklı, herkes konuşuyor, herkes dert içinde. Kendimize endeksli yaşıyoruz,
görmüyoruz istemediklerimizi. Kanıksıyoruz olanları. Alışıyoruz,
aldanıyoruz. Nisyanı bol, isyanı bol bir
dünya da yaşıyoruz. İşlerin böyle yürümeyeceğini bile bile ısrarla Hududullah’a
basıyoruz inatçı ayaklarımızı. Bananeciyiz, daha doğrusu bahaneciyiz. Bahaneler
üretip duruyoruz gerçeklerden kaçarken. Kaçarken gerçeklerden, her seferinde
düşüyoruz yine hakikatin kefesine. Ölüm kapımızı çalmayacak, Azrail (as) son
nefesimizi almayacak gibi koşuyoruz nefes nefese. Nereye ve ne için koşuyoruz? Çünkü
hakikati duymak rahatlatmaz hiçbirimizi, uyuyan her insan kendini uyandırana
kızar. Ve illa bir musibetse aradığımız, gerek yok. Doğudaki kardeşimizin
ayağına batan diken incitir bizim yüreğimizi. Arşı titreten ölüm ve zulümler
bizim içimizde zelzeleler koparır. Feryadımız duaya durmuş ellerimiz,
avuçlarımıza dökülen hakiki yaşlardır. Ama ölen her insana, düşen her şehide,
kendimizden olmayan herkese, her kesime ketum kalırsak bu iş yürümez. Uykumuzu
kaçıran iştahımızı kesen bir sancı çekmeden bu iş olmaz. Aç kalıp anlayacağız
açın halinden, uykumuz kaçacak kardeşimiz yatacak yer bulamazken, derdimiz var
demeyeceğiz nimet içinde yüzerken, canımız yandı demeyeceğiz yüreği paramparça
olmuş anne-babaları görmeden. Anne babasını kaybetmiş, dünya daha da korkutucu
bir hal almış olan çocukların yitik umutlarını anlamadan, ağlıyorum
demeyeceğiz. Kendimize insan demeyeceğiz
kardeşimizin acısına kaygılanmadan. Ki Şeyh Sadi-i Şirazi’nin de dediği gibi; 'Ey başkalarının acılarıyla
kaygılanmayan kişi, sana insan demek yakışık almaz!' Zor
demeyeceğiz daha hiç acı çekmemişken. Tv de vahşeti film gibi izlemeyeceğiz.
Duyarsız, ilgisiz, kanı soğuk bir Müslüman olmayacağız! Alışmayacağız!
Kanıksamayacağız! Hz. Ömer’i dinleyeceğiz; ‘Zulme karşı tek başına da kalsan mücadeleyi
bırakmayacaksın.’ Hep kendimizi düşünmeyeceğiz. Benimsemeyeceğiz nefsimizi.
Ben ben demeyeceğiz. Dünya da sadece bizim olmadığımızı hatırlayacağız.
Hatırlayacağız ölümü. Ve hiçbir şeye sahip değilken, canımız bile bize emanetken
hiçbir şeyin bizim olmadığını unutmayacağız. İyiyi ve kötüyü başka yerde aramayıp,
kalbimize bakacağız. Bakacağız kalbimize, kardeşimizin derdini çeker mi? Yoksa
üzerini duyarsızlığı ile örter mi? Zulüm ile abad olunmadığını, ancak berbat
olunduğunu öğreneceğiz. Ne çok acı olduğu hiç çıkmayacak hatırımızdan. Hep
sancı çekeceğiz, kardeşlerimiz orada sadece Müslüman oldukları için lime lime
edilirken. Biz umursamaz olamayız. Çünkü biz ümmetinin derdini sırtlanan, onlar
için bağışlanma dileyen bir Peygamberin ümmetiyiz! O böyle değilken, biz asla
olamayız! Nemrutlaşan, Firavunlaşan ve Ebu Cehilleşenlerin kibir kaftanına
bürünüp ‘Bana bir şey olmaz’ dediklerinde
akıbetlerinin ne olduğunu bileceğiz ve hiç unutmayacağız.
Evet, bazı insanlar asla başrol olamazlar, hep kameranın
önünden usulca geçip giden figürandır onlar. Ama bütün yük onların omuzlarındadır.
Her Tâif’in bir mirâcı varsa eğer, bizi mirâca yükselten
basamakların bir imtihan olduğunu unutmayacağız. Bireysel bir imtihan değil bu.
Bu Müslümanlığın ve insanlığın imtihanı! Hiç kimse çile merdivenlerini elleri
ceplerinde keyifle çıkmadı, kolaylıkla müjdelenmedi sahabeler Cennetle. Zira
Allah; ‘Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza
gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber
mü’minler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa
uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.’ * Ve
şunu da asla unutmamamız gerek; ‘Sakın
Allah’ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerin dışarı fırlayacağı
bir güne kadar onları ertelemektedir.’ **
Allah bu kadar acıyı kaldıracak bir kalp ve bu kadar derde yetişecek
güç-kuvvet versin bizlere… Âmin.
** İbrahim 42
*** Görsel alıntıdır.