13 Kasım 2011

Yakışsın Bize Ölüm



Hikmetli bir öğüt ölümün sesi, tefekkür için bilenmiş bir bıçak gibi zihnimin kapağını keserek açan. Sala sesini işitiyor ve sonra acziyetimin son damlasına kadar susuyorum. Soğuk bir dağ olan ölüm gönlümün kapısında, bir adım daha atarsam nefesim kesilecek. Ölümle alakalı duyduğum derin korku, büyük bir hüzünle toprağa gömülecek…

Sana dair özlemlerim var aslında, adın geçince buz kesmek yerine içimi ısıtan bir ferahlıkla bana gel istiyorum.Yüreğim kilitlenip kalıyor senden bahsedilince. Hele birde sevdiklerimle kol kola gidiyorsun ya O’na, işte o zaman kıskanıyorum seni. Ardından boş boş bakmak ve sabahlara kadar ağlamak ne kadar zor ve acı verici olsa da, ellerim bağlı kendimi Kuran’la halleşirken buluyorum. Ve soruyorum kendime ölüm bir düğün mü yoksa kördüğüm mü diye? Eğer düğün olsaydı gelişin, sana gelmek için can atan gelinlerin olurduk. Korkuyor ve büyük bir endişe duyuyoruz bahis sen olunca. Nasıl öleceğim, kabir nasıl olacak peki ya Azrail nasıl-ne surette kapımı çalacak? Bunları düşünüyoruz sadece ve sadece birileri ölünce senin varlığın geliyor bir karış havada olan aklımıza! Düşünüyorum da davulun sesi gerçekten uzaktan hoş gelirmiş ve ateş gerçekten de sadece düştüğü yeri ve yüreği yakıp kavururmuş. Sultan Vahdettin; ‘ Taht ile teneşir arasında ki mesafe çok kısa’ derken inliyor buruk sözleri ve doluyor yaşarla gözleri. Ölmemeye çare yok bunu biliyoruz fakat hayrlı amellerle neden Allah’dan kaçmak yerine yerimiz O’nun yanı olduğunu bilerek raks eden kelebekler gibi gitmiyoruz? Söylemek çok kolay çünkü henüz hiçbirimiz ölmedik ve ölenlerden de haber alamıyoruz fakat Nebi (sas)’nin dediği gibi ‘Dünya ahiret’in tarlasıdır.’ Bu dünya hayatında ne ekersek ahirette onu biçeceğiz, ve nasıl yaşarsak da öyle öleceğiz. Eğer ölümün ve Azrail’inde bize mutlu gelmesini istiyorsak hesabımızdaki sevapları artırmamız ve günahların faizine bulaşmamamız gerek. Varsın ölüm bize düğün olsun. Karmaşık bilmeceler gibi kabusla kapanan gözlerimiz gülücüklerle, Allah’a kavuşacağımız günün hayaliyle dolsun. Ölümün adı ve adımız aynı cümlede geçince kireçlenip kalmasın, üşümesin gönüllerimiz. Tevbelerimiz arşa kadar uzansın ve ölüm ellerimizden tuttuğu vakit tebessüm gelsin yüzümüze, işte şimdi sahteliklerden sıyrılıp gerçek alemlere adım atıyoruz diyebilelim. O gelince hoş geldin diye gülerek karşılamalı ve doyasıya kucaklamalıyız. Ölümden korkmamak için amellerimiz elimizdeki testiyi doldurup taşmalı. Yaşadığımız hayat ölümün üzerimize uyup uymamasını belirleyecekse eğer, tercihi doğru yönde yapmalı ona göre yaşamalı ve ölümü bedenimize yakıştırmalıyız. Sonra bütün endişelerden uzak, çıkmalıyız Azrail’le ölümün can alan basamaklarını…

Rabbe koşarak gidenlerden olmak duasıyla…

Ölüm güzel şey budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?

(Necip Fazıl KISAKÜREK)

02 Kasım 2011

Vuslatım Ömrüm Kadar

Bugün yine hüzün düştü yüreğimin derinliklerine, yine sevda yamaçlarında dolanıyorum kendinden geçmişçesine Bağırıyorum avazım çıktığı kadar ama kimse sesimi duymuyor, çırpınıyorum ama bir türlü duyuramıyorum feryadımı…

İçimde zelzeleler kopuyor, yüreğim paramparça sanki her bir azamı bölüyorlar satırla… Günahlarımın verdiği ağırlıktan tir tir titriyorum, acizlik içerisinde kıvranıyorum durmadan, yatağımın içerisinde iki büklüm ağlıyorum SENİN yokluğunun verdiği sancıdan,yanaklarımdan iki damla yaş süzülüyor usulcaİki damla kan akıyor yüreğimin derinliklerine
Adını sayıklıyorum içten sessizce ve SENSİZCE…

Hayatımın her bir karesi eksilerle dolu ve kapatmaya çalışıyorum ömrüm boyu! Ağzım yalan ve küfür kokuyor, ellerim boşlukta, ayaklarım sabit ve prangalı, beynim SENSİZLİĞİN mektebinde mıhlanıp kaldı, gözlerim yokluğundan körleşti, yüreğim yosun tuttu ve keçeleşti!

Ey Yâr Ben ne Mekke’yim hüznüne ortak ne Medine’yim Sevdana tutsak, ne Ebubekir’im ’’Benden sonra bir peygamber daha gelse o sen olurdun dediğin’’, ne Ömer’im ‘’istemez misin dünya onların ahiret bizim olsun’’deyip onu adaletiyle övdüğün, ne Osman’ım ‘’Bir kızım daha olsa yine sana verirdim’’ deyip hayâsından hayâ ettiğin, ne Ali’yim ‘’ilmin kapısı’’deyip en çok sevdiğin kızını verdiğin, ne reyhanlarım dediğin Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’im, ne Bilal-i Habeşi’yim ‘’Cennette adımlarını benden önde görüyorum’’deyip ezan okumasıyla sükûn bulduğun, ne başını okşadığın Enes Bin Malik’im, ne Taif’im seninle ağlayan ve ne de Zeyd’im sana yoldaş olan

Ama çok şükür ki ben;

Ne Ebu Cehil’im kapımı 25 kez suratına kapatan, ne Ebu Leheb’im sana elleri kuruyasıca diyen, ne As Bin Vail’im İslam düşmanı olan, ne Ka’b Bin Eşref’im sana Ebter diyen, ne Ümmü Cemil’im yoluna dikenler döşeyen, ne Taif de yüzüne çarpan taşım, ne Uhut da dişini kıran okum, ne Ubey Bin Halef’im ‘’Senin Rabbin mi bu kurumuş kemikleri diriltecek’’deyip seni alaya alan, ne sana mecnun, şair, büyücü, sihirbaz diyen yahudiyim ve ne de mescit kuşu iken senin duanla zengin olup sonra islamı unutan Salebeyim!

Ey Yâr sahi ben kimim? Neyim? Ben senden 14 asır ötede yüreğini SENİNLE avutan ama SENSİZ teselli bulamayan, en çok da yüreğini Gül’ün dikenine asmak isteyen Bülbül’üm!

Ben Kerem gibi Aslıma ermek, Ferhat gibi aşkından dağları delmek ve elimin tersiyle itip tüm dünyalıkları ‘’çekil aradan Leyla ben Mevlamı buldum’’demek isteyen bir Mecnunum!

Aşkından Mecnuna dönmek,pervane gibi ışığında durmak,Elif gibi her daim okunmasam da hep seninle olmak ve kardeşlerim dediğin o zümreye dahil olmak için çırpınan bir zavallıyım!

Artık hayatın ritmi zorlaştı, tik taklar yavaşladı, son demlerimde SENİ bekliyorum, yoksa bana kırgın mısın EFENDİM?
Ne olur gel ve Gül Çehrenle aydınlat çehremi
SEN Gel ki hicranım dinsin!
EY SEVGİLİ gönül kapılarımı sonuna kadar açtım SENİ bekliyorum!

Ama SEN gelmezsen ben SANA geldim, ellerimde sevda ikliminden derdiğim güllerle, kalbimdeki en hoyrat sevgiyle, artık gülmeye bile mecalimin kalmadığı çehremle, SENİN firakından paramparça olmuş yüreğimle, sırtımda günah yüklü heybemle kapına geldim EN SEVGİLİ bağışlanma ümidiyle çarpıyor kalbim!

Sallâllahû Aleyhi Ve Sellem...